Perşembe, Mayıs 11, 2006

Şükrü Terzi röportajı


Dinodream.com sitesi adına sevgili Şükrü Terzi ile yaptığım röportajı aşağıda bulabilirsiniz.

----------------------------

1994 senesinde yakaladığı “Talih Kuşu”nu bırakmayıp onu kovalayan, kovaladıkça da başarılarının çıtasını sürekli yüksekte tutan, Amerika Birleşik Devletleri’nde üstelik de reklamcılığın kurtlar sofrası olduğu New York’da Türk olarak dik durabilmeyi başarmış bir “markalaşma gurusu” Şükrü Terzi.
DinoDream ile Türkiye’den Amerika’ya uzanan macerasını, Türkiye ve Dünya’da grafik tasarım anlayışını, Duolution isimli görsel iletişim&markalaşma hizmeti veren şirketini, DuoLab ve DuoFormula’yı paylaştı.

Olcayto Cengiz - Şükrü Terzi kimdir, bize kendinizi tanıtır mısınız?

Şükrü Terzi - Şükrü Terzi genel olarak “niçin bu dünyadayız” yanıtını arayan diğer milyarlarca insan gibi bu fiziksel dünya içinde “tasarım” gibi zihinsel bir aktivite bulup eğlenme şansına sahip, çoğunlukla yaşanan dakika içinde varolmayı seçen bazen de geçmiş ve gelecek kutuplarında seyahat eden, evrensel ortak bilincimizin bir parçası halinde vücut bulmuş bir ademoğludur.

OC - Reklamcılık, daha doğrusu grafik ve tasarım dünyasına girişiniz nasıl gerçekleşti? İlginiz çocukluk yıllarına mı dayanıyor yoksa tesadüfi olarak mı gelişti?

ŞT - Evrimsel bir tesadüf oldu diyebilirim. Başlangıçta yalnızca görsel görmesi, görsel zihini ve görsel olarak görüleni kağıt üzerinde yansıtabilmesi konusunda yetenekli bir çocuk idim. Sonra düşünce dünyamdaki öyküleri resimleyebilir oldum. En son da görsel anlatımın en temeli olan soyutlamalar ilgimi çekti. 1988 deki lise yıllarımdaki resim oğretmenimin beni Grafik tasarım konusunda bilgilendirmesi ile de GSF’e girdim. O ana dek Grafik Tasarımın ne olduğunu bilmiyordum.

OC - Mesleğinizi Türkiye’de devam ettirmek yerine neden Amerika’yı tercih ettiniz?

ŞT - Geneldeki herkes gibi herşeyin burada daha iyi yapıldığını düşünüyordum. Özellikle bütün grafik tasarım reklam kitaplarında yapılan işlerin US markası altında olması beni bir yolculuğa çağırıyordu. Ben de acaba gerçekten öylemi deyip görmek için bir seyahate çıktım.

OC - Amerika maceranız nasıl başladı?

ŞT - İlginç olduğunu düşündüğüm bir öyküsü var. İstanbul’da 10.Köy diye bir reklam ajansında art direktörlük yaptiğim bir 1994 yaz gününde Hürriyet gazetesinde okuduğum bir haber ile başladı. Haber yurt dışında eğitim yapmak için devletin bir burs verdiğini söylüyordu. Birden içtigim kahveden gelen kokunun zevki ve biraz da tembellik ile “kim uğraşacak şimdi bu işle” dedim. Üstelikte son gündü başvuru için. Başvursam bile dünya kadar sınavı kazanmak gerekiyordu. Üstelik Almancam da eminim Türkçe kadar yabancı kalacaktı Amerikalılar için. Sınavları kazansam bile emindim torpil bulan başka birini gonderirlerdi. Neyse, Fatih’teki MEB binasını bulmak, formları doldurmak, bankaya dekontu yatırmak gibi, üniversiteden resmi mezuniyet puanımı alıp iliştirmek gibi ve daha da şu an unuttuğum birsürü gerekçeyi bir gün içinde yapmak gibi angarya işlerle güzelim sabahımı sonunu göremediğim bir gelecekle bozamazdım. Tam Hurriyet gazetesini masaya savurup kahvemi yudumlayıp Mac’imi açmışken, aklıma, güleceksiniz ama, Zeki Alasya Metin Akpınar’ın “bana çıkmaz-ya çıkarsa” reklam filmi geldi. Ardında yatan düşünce bence “bilet almazsan tabiki çıkmaz” idi. Yani kazanma olasılığını varetmek için olasılık kategorisine girmek gerek. Ben de “ya çıkarsa” deyip bütün sabahımı allak bullak eden yukarıda anlattığım bir dizi yaptırımlardan sonra ismimi burs listesine eklettim. Ve o andaki kısa zamanda verilmiş kararım beni Turkiye’de yalnızca 3 kişiye verilen bir bursu ilk sırada kazanıp, şu anda New York’ta yaşamama yöneltti. Hayatımızda o kadar olasılıklar varki farkına varamayıp kaçırdığımız.

OC - Türkiye’nin yurtdışında, hele ki Amerika gibi reklamcılığın ve tasarımın kıran kırana bir savaş şeklinde yaşandığı kurtlar
sofrasında yer alan az sayıdaki Türk’lerden birisiniz. Bu konuma gelirken karşılaştığınız sıkıntılar neydi ve bunlar arasından halen
karşılaştıklarınız var mı?

ŞT - İlk zorluğum iletişim idi. Dil, özellikle tasarım pratiği sözkonusu olduğunda, kendi içinde varolan bütün anlatım unsurlarını kullanmak isteyeceğiniz, karmaşık zihinsel düşüncelerinizi organize edip işdaşlarınız ve müşterilerinizle kolay iletişimi sağlayabileceğiniz tek araç. Bunu çok kolay biçimde yaparken, birden yalnızca İngilizce konuşulan bir ortama girdiğimde doğal olarak zorluk çektim. Sanki yeniden 3 yaşında yeni dil oğrenmeye başlayan bir çocuk gibi, basit ingilizce cümlelerim karmaşık düşüncelerimi yansıtmadı. Bu da beni çok bunaltıyordu. Şansıma MEB dil okulu bursu da veriyordu. Master eğitimim öncesi, 6 ay bir dil okuluna gidip akademic ingilizcemi geliştirdim. Gerisi de çok okumak ve pratik ile gelişti.

Diğer bir zorluk ise Amerikan iş zihniyeti ile Türk iş zihniyeti arasında geçirdiğim geçiş dönemi idi. Amerika’ya yeni gelmiş bir Türk olarak yaptığım iş konusunda oldukça tutkulu ve egolu idim. İşime yapılan eleştirileri kişisel boylamda algılardım. Sanki bana yapılmış gibi. Bu durum Amerika’da çalıştığım ajanslarda onların alışık olmamasından dolayı pek çok karmaşık ortamlar yarattı. Amerikalılar da hep “it’s not personal” derler bu durumlarda. Doğru ya da yalnış, bu duygusal suçlama durumu, bana da eleştiri hakkı verilmesi sonrasında kendi kendini nötürledi. Bu da işi ön plana çıkarmayı ve egomu cebime koymayı bana öğretti. Bu tamamı ile otoritenin kime verildiği ile ilgili.

OC - Şu anda yaptığınız işi tam olarak nasıl isimlendirebilirsiniz?

ŞT - Görsel İletişim Tasarımı genel, markalama sipesifik

OC - "Duolution" hali hazırda başında olduğunuz "Markalaşma Hizmetleri" veren şirketiniz. Neden reklamcılık değil de böyle bir yapı kurmayı uygun gördünüz?

ŞT - Marka bir firmanin vizyonunun varolan iletisim noktalarindaki duyusal gostergesidir. Reklam da bu iletisim noktalarindan yalnizca biridir. Ve bir vizyonu değerini kaybetmeden alt kademelerdeki bu iletişim noktalarına eksiksiz aktarabilmek oldukça, kimya hocamın söylediği gibi “meşakkatli”, bir işti. Yaratıcılığın yanı sıra, stratejik düşünme, detaya özen, yenilikçilik, geniş bakış açısı, şu anın ve geleceğin farkında olunduğu bir zihniyet gerektiriyordu. Hepsi de benim en çok yapmayı sevdiğim şeyler idi.

OC - Bize yapınızdan ve hedeflerinizden biraz bahsedermisiniz?

ŞT - Bizim yapılanmamız yaratıcı ve yenilikçi düşünce üzerine kurulmuş bir okul yapılanması gibidir. Her beyin burada işini iyi yapmaya teşvik edilir. Brain-stormlardan tutun da study zamanlarına kadar, herkes sanki yepyeni bir şey icat ediyormuşçasına çalışır. Hedefimiz daha fazla farklı pratikleri bir araya getirip bir projeyi bütün açılarıyla irdelemek ve tasarımlarımızı bu bulgular sonucu yapmak.

OC - Bize Duolab’dan biraz bahseder misiniz? Neden böyle bir formülasyon kurmaya gerek duydunuz?

ŞT - Markalarda olduğu gibi her firmada yenilikçi zihniyet önemlidir. Duolution da sonuçta bir marka. Kendi yaptığımız pratik içinde de yenilik yapmamızın rekabet ortamında varoluşumuz için gerekli olduğunu düşündük. Ve DuoLab adı altında bir zihinsel boyutta laboratuar kurduk. Amacımız DuoLab’te, tıpkı bilim adamları gibi, var olan çözümlemelere yenileri eklemek için bir ortam kurmaktı. Bu ortamda var olan görsel iletişim yöntemlerini analiz edip yeni yöntemler geliştirmeyi amaçlıyoruz. İlk aylardan itibaren DuoLab’den aldığımız meyvelerden birisi de DuoFormula oldu. DuoFormula tasarım yapma sürecimizi bir metodlar zincirine dönüştürüp her tasarımcıyı bütünün parçası haline dönüşmesini sağladığı gibi, müşterilerimize de yaptığımız işi ciddiye aldığımızın somut bir kanıtı oldu. DuoFormula’yı geliştirmeye devam ediyoruz. Örneğin DuoH kısmındaki soru yanıt formlarımızı farkettiğimiz bir iki eksik üzerine yeniliyoruz.

OC - Piyasada bilinen bir markaya hizmet vermek, piyasaya yeni girecek bir markaya hizmet vermek. Seçme şansınız olduğunda hangisini tercih edersiniz? Sebebi nedir?

ŞT - Piyasaya yeni giren bir markayı tercih ederdim. Bu verdiğimiz markalaşma servislerine uyduğu gibi, bir çiğ kil hamurunundan bir heykel yapmak gibi bizi yaratıcılık açısından oldukça tatmin eder.

OC - Şimdiye kadar çalışmaktan özel bir zevk duyduğunuz bir marka oldu mu? Ya da "şu marka ile çalışmak isterdim" dediğiniz?

ŞT - Bence markadan çok o markada çalışan kişi ile aranızdaki uyum daha önemli. Bu yüzden çalışmaktan en çok zevk aldığım marka, menejeri Ms. Hanna yüzünden, DAIGEO idi (Smirnof, Guiness, Jonny Walker gibi içki markalarının sahibi firma). Ms. Hanne oldukça yenilikçi ve açık fikirli olmasının yanı sıra, beni de entellektüel olarak zorlayan bir müşteri idi. Her ikimiz de çok şey öğrendik yaptığımız işlerden. İkinci olarak Türk takı markası Gilan için birşeyler yapmak isterdim.

OC - Dinodream.com'a girip sitemizi girip inceleme fırsatınız oldu mu? Yapılan çalışmalar ve yorumlar hakkında düşüncelerinizi alabilir miyiz?

ŞT - Girdim. Beğendim. Devam. :)

OC - Grafik tasarımın şu anda geldiği noktayı, sizin sektöre ilk adım attığınız günlerle kıyaslarsanız, nasıl bir tablo çizersiniz?

ŞT - Düşüdüğüm zaman zihnime kolaj ile yapılmış iki tablo geliyor. İlk tablo, 1990 yılından; eskiz, rapido çizimleri, karanlık oda filmleri, tire-film, milimetrik kağıtları, yapıştırıcı, dünya kadar karalama, kötü tipografi. İkinci tablo, 2006 yılından; bye bye iş gücü, bilgisayar, hız, effective çalışma, uzak ofis, uzak iletişim, medya gücü, herkes tasarımcı-herkes değil, kağıdın bir ayağı çukurda, eskizin ölümü, internet, global iletişim, fikir kısırlığı, taklit, kopyalama, daha fazla duyu.

OC - Türkiye’deki günümüz reklamcılığının ve grafik / tasarım anlayışının Dünya standartlarindaki konumunu nasıl değerlendirirsiniz? Size göre eksiler ve artılar nelerdir?

ŞT - Bence eksi ve artı yerine “farklılıklar” üzerine yoğunlaşmalıyız. Bu konuda bana oldukça ilginç gelen gözlemlemelerim var. Bence görsel tasarım bir iletişim aracı olmasının yanı sıra bir kültür yapısının karekteristik imzasını da taşır. O kültürde kullanılan dili, bireyleri, semboliz mi bir ilanda, broşürde, logoda kolayca bulabilirsiniz. Tasarımda bu tip yansımayı Amerika’da batı-orta-doğu bölgeleri arasındaki tasarımlarda bile gözlemleyebilirsiniz: New York tasarım firmalari ile Las Angelos tasarım firmalarının yaptığı işler arasında oldukça karakteristik şekil ve içerik değişimleri olması gibi. Bu pek çok unsurdan kaynaklanabilir. İklimden tutunda, populasyonun çok kültürlü mü olması, ya da demokrat mı yoksa cumhuriyetçi mi olmasına kadar uzayabilir. Bence bu tip kültür karakteristliğinden Türkiye’de yapılan tasarımlarda da bir kendi özgünlük var. Bu özgünlüğün ilk dikkat çekeni bence yapılan işlerde iyi yaratıcılık görmem ama bunu tersine içerik ve fonksiyon olarak da zayıf bir işlevsellik hakim. Sanki yapılan işlerde zamansızlık ve düşük bütçeden doğmuş “aceleciliği” görüyorsunuz. Bu döngü tipografiden içeriğe, fotoğraftan, baskıya kadar yansıyor bence. Bunun nedenini de Türkiye gelişmekte olan bir ülke olduğu için ekonomideki büyümedeki “hız” a firmaların ve dolayısıyla reklam ajanslarının da ayak uydurmaya çalışması. Bu zamansızlık da tasarımcıları “iç güdü” ile tasarım yapmaya itiyor gibi. Aynı içgüdüsellik sektörün öteki kaynakları olan matbaalardan tutun da fotografçılara kadar yansıyor. Örneğin biz Duolution da bazen bir 16 sayfalık broşürün tasarımı için 1 ay istiyoruz. Eminim bu süre Türk tasarım firmalarında daha azdır.

OC - Tasarım ve marka yaratma sürecinde kişinin dikkate alması gereken öğeler sizce nelerdir?

ŞT - En önemli şey bence araştırma. Projeyi iyice anlama. Objektifler nelerdir, hedef kitle kimdir, tekil mesaj nedir gibi. Bu temeller atılmadan, yapılan tasarımlar bence çok zayıf olur ve mesajı doğru iletmez. Biz genelde verilen zamanın %70 ini araştırmaya (buna fikir araştıması da dahil) geriye kalan %30 luk zamanı da üretime ayırırız. Yani 7 gün sonunda bilgisayar başına oturup geriye kalan 3 gün içinde de sunumumuzu hazırlarız.

OC - Grafik alanında ülkemizde sıklıkla kavram kargaşası yaşanabiliyor. Örneğin, uzunca bir süredir tartışılan "tipografi" konusu bizim
sitemizde de uzun süre tartışıldı, halen de ara ara tartışma alevleniyor. Bu kavram kargamaşasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

ŞT - Bence tipography: THE ART OF DESIGNING WITH TYPE. Yani, yazi ile tasarım yapma sanatı. Bu bir tabela da olabilir, bir ansiklopedi sayfası da ya da bir logo da. Bir çözümlemenin tipografi denmesi için çok yaratıcı bir çözümleme biçimi olması zorunda değil; hiç bir özelliği olmayan bir internet sayfasında bile bir tipografi söz konusudur. Düz yazı bile bir tipografik çözümlemedir. Tipografi müzik gibidir; klasik müzik eğer bir ansiklopedi sayfası ise, Rock müzik bir mobilya bianeli olabilir.

OC - Türkiye’nin bir grafik dili olmamasından sıklıkla şikayet ediliyor. Buna katılıyor musunuz? Bu sorunun nasıl aşılacağını düşünüyorsunuz?

ŞT - Eğer bu bir problem olarak görülüyorsa, belki Communication Arts ya da Archive gibi yayınlar kenara konulup geriye bir bakış vizyonu ile yazımızdan tutun da dilimize dek bir analiz yapılmalı ve bize özgü özellikler modernize edilerek şekillendirilip tasarıma transfer edilmeli. Bana sorarsanız da globalleşen dünyamızdaki pek çok sınır ortadan kalkarken bir grafik dil kimliğine sahip olmamak gelecek için daha avantajli belki. Global tasarım yapan bir reklam ajansı pek çok yabancı dünya markalarının ilgisini çekebilir.

OC - Her grafik tasarımcı iyi bir marka tasarımcısı olabilir mi? Eğer fark olduğunu düşünüyorsanız bu farkları nasıl belirtebilirsiniz?

ŞT - Elbette olabilir. Olmamasi için bir neden göremiyorum.

OC - Grafik ve tasarım kelimeleri yanyana geldiğinde aklınızda ne canlanıyor?

ŞT - Grafik bir görsel prezentasyonu çağrıştırıyor, tasarım ise organize olmuş ve stratejik amacı olan bir süreci. Yani Grafik Tasarım, stratejik olarak organize edilmiş düşünce ya da düşünceleri görselleştirilme pratiği.

OC - Grafik tasarım ve buna bağlı olarak reklam ve pazarlama hayatın içinden öğeleri taşıdığı için reklamcının da kendisini beslemesi
gerekir. Siz kendinizi nasıl besliyorsunuz?

ŞT - Bu soruyu sorman çok ilginç. Çünkü son zamanlarda DuoLab’te bu konuda çalışıyoruz: Inspiration nedir, nasıl oluşur, yaratım sürecini nasıl etkiler ve bir tasarımcı nereden nasıl ilham alır? Bu konuda şimdilik benim yaptığım şey kendimi bir proje öncesi sürekli duyusal bombardımana maruz bırakmak. Filmden tutun da bilimsel kitaplara, müzikten tutun da, entellektüel tartışmalara dek uzanabilir. Bu beni en son trendlerin frekansına getirip “farkındalık” sağlar.

OC - Günümüzde reklamcılar, tasarımcılar biraz da pop idolleri gibi bir hava çizer oldu. Siz ise daha paylaşım taraftarısınız. Bu paylaşım
adına hali hazırda atmak istediğiniz adımlar, yapmak istediğiniz projeler var mı?

ŞT - Şöhret genel olarak başdöndürücü birşey olabilir. Medya burada en önemli unsur. Bir bağımlılık oluşturur. Kötü bir alışkanlık gibi, seni etkisi altına alır ve kişiliğini yitirip o etiket, medya, ne derse o olursun. Aynı şey idolleşmiş tasarımcılar için de geçerli mi bilmiyorum. Ama bence önemli olan kalıcı işler bırakmaktır bu da yenilik ve özgünlükle mümkün. Eğer bu da bir kişiye şöhret getirirse, şöhret inançları ve bilgileri daha kolay daha geniş kitlelere aktarmak için kullanılan iyi bir araç olabilir. Örneğin sizin benimle yaptığınız bu interview benim için bir paylaşım aracı oldu.

OC - Türkiye’ye geri dönüp birikimlerinizi paylaşmak adına ders yada konferans etkinliklerine katılıyor musunuz?

ŞT - Henuz katılmıyorum. Ama çok istiyorum. Tipografi konusunda birşeyler yapmak isterdim. Belki bir workshop ya da konferans.

OC - Geleceğe yönelik planlarınızda neler var? Duolution’den sonrası var mı? Hedefleriniz nelerdir?

ŞT - İlk plan, duolution’i kendi kendini finans edebilen bir bağımsızlığa sokmak. Sonra da bağımsız olarak araştırma ve geliştirme ile pek çok öteki tasarım alanlarına taşımak.

OC - Uzun süredir bu sektörde olan ve sürekli olarak hayatını bir şeyler yaratarak geçiren bir insan olarak, asla durmak bilmeyen bir
lokomotif gibisiniz. Gözlerinizdeki bu parıltının sebebi nedir?

ŞT - Öyle miyim gerçekten? Farkında değilim. Belki gördüğün parıltı yalnızca yaşamın kendisine olan merakımın pozitif düşünceye olan inancım ile karışımı olabilir.

OC - Sektöre girmek isteyen genç grafikerlere, tasarımcılara ve reklamcılara yönelik önerileriniz nedir?

ŞT - Eskiz, eskiz eskiz!

OC - Son olarak da, şimdi çantanızı masanın üzerine boşaltsak içinden neler çıkar?

ŞT - Hiç birşey çıkmaz. 3 çantam var. Günluk çantam - görüşme çantası - portfolio çantası. Her seferinde çantamı boşaltır ve ihtiyacım olduğunda doldururum. Kullanmadığım anlarda boş dururlar. Yani Zen deyimi gibi “bir testi boşken içinde koca bir evreni taşır”. Dolu olduğundaki demirbaşlarımı sorarsanız: Apple Powerbook’um, çeşitli kitaplar, çizim defterim, kurşun kalemim, promosyonel duolution posterimiz, kartvizitlerim, dergiler.

OC - Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

ŞT - Zevkti.


www.duolution.com
www.dinodream.com

Hiç yorum yok: