Reklamda bir "rönesans" gerekliliğinden konuşuluyor. Bu konu geçtiğimiz günlerde de Ortak Defter'e yansıdı...Oraya uzun uzun yazdığım bir yazıyı burada da paylaşmak istedim...
---------------------------------------
Belirli bir mesafeden cesur olmak kolaydır. – Ezop (Aesop)
Rönesans, reform, yenilik, değişiklik ve bütün bunları gerçekleştirmek için cesaret. Bakıyorum da herkes değiştirmekten, yenilemekten bahsediyor, ve söylenen lafların alt yazısında da cesaret gerektiği belirtiliyor ancak herkes bu cesareti bir başkasından bekliyor.
Uzun zamandır yazmak istediğim bir konu idi, kısmet buraya imiş.
Son dönemde bir “rönesans” furyasıdır gidiyor satır aralarında. Sürekli olarak bir yenilik, bu aksak tempolu gidişe bir dur deyip sektörü olması gereken yerine, rayına oturtmaya yönelik bir hareket gerektiğinden bahsediyor herkes. Yanlış mı? Hayır tabii ki, kesinlikle hayır. Ancak, burada sanki kavramlar ve talepler iç içe geçmiş gibi geliyor bana. Bilgisayarlar ile hayatımıza girmiş bir terim olan “resetlemekten”, yani sıfırlayıp başa almaktan mı bahsediyoruz, yoksa yeni bir şeyler yapmaya başlamaktan mı?
Açıkçası, bende bir “Ah ne güzeldi o eski günler. Neden eskisi gibi olmasın.” söylemi dolaşıyor ortalıkta gibi bir hissiyat uyandı. Ve benim derdim, sıkıntım bununla. Dehşete düştüğüm konu budur.
“Eski”; eskide kaldı arkadaşlar. O günler yaşandı bitti...Di’li geçmiş bir hayalin sizi ileriye götürebileceğine inanmak kadar mantık dışı bir hareket olamaz. Ha bu demek değildir, “Yaşanmış bitmiş bana ne?”. İnsanın geçmişini bilmesi, geleceğe atılacak adımlar için bir örnek teşkil eder. Geçmişte olanları, bu sektörün nereden nereye geldiğini bilmek –sadece Türkiye’de değil tüm Dünya’da-, kavramak, nereye gidilebileceğini görmek, görmesek de en azından yakın tahminlerde bulunabilmek açısından bir gerekliliktir.
Ancak, siz eğer hep geçmişin özlemi ile yaşamaya başlar, nasıl yapar da o günlere geri döneriz derseniz, işte o noktada konu sarpa sarmaya başlar.
“Eski”den öğrenmemiz, özenmemiz ve o günlere dönsek keşke dememizi gerektirecek tek bir şey var. Buna isterseniz azim, isterseniz istek, isterseniz hırs diyin...Ben “aşk” demeyi tercih ediyorum.
Eski reklamcılığı düşünürken bunu göze alın. Bu insanlar, “ustalar”, imkansızlıklar içinde, imkansız işlere imza attılar. Hiç gereği yokken, ortada böyle bir talep yokken kendi limitlerini durduk yere, daha iyi olması için zorladılar. Bu aşkı yaşadılar.
Şimdilerde ise, bir “teknolojiselleştik” lafı söylenip duruyor. Evet teknolojimiz var, artık tüm mesafeler yakınlaştı, bir “enter” tuşuna ya da bir “tık”a kaldı.
Ancak nedense bizler internetten bilgi yerine tembellik ve miskinlik “download” eder olduk. Bilginin parmakların ucunda olması “daha fazla” cümlesini “daha sonra” ile değiştirdi. Ve bu değişimin sonucu olarak da biz yeni kuşak reklamcılar çorbaya tuz eklemek yerine, çorbadan bir kaşık alarak mirasımızı tükettik. Aradaki fark açıldı, sektör tekrara girdi, ve ne acıdır ki bu süreçte müşteriler olarak adlandırılan kesimi de kendimize benzettik.”Para konuşur” oldu oyunun adı ve bu oyunu oynarken meslekten, reklamdan epey uzaklaştık.
Dünya’da sektör ve yaratıcılık kıstasları apayrı boyutlara taşınmaya başladı ve halen taşınıyor. Rekam kavramı artık sanayileşiyor. Bir etrafınıza bakın, “emekli reklamcı” gördünüz mü hiç? “Reklamdan emekli olunmaz”ı yapıştırmayın hemen cevap olarak, Emekli doktor nasıl oluyorsa emekli reklamcı da o kadar olur. İşten emekli olamayabiliriz ancak sektörden olacağız. Bu bir İŞ! İşinizi iyi yapmak ise diğer mesleklere göre daha zor ve meşakkatli. Sürekli olarak gözünüzün açık olmasını, takipte olmanızı gerektiren bir iş.
Mesele de bu zaten, bunu “iş” olarak görmememiz, ve “işsel” bir durumla karşılaşınca buna şaşırıp kızmamız. Tüm “ajans patronları” tu kaka. “Bekara karı boşamak kolay” derdi dedem. Amiyane tabirle, uzaktan “atıp tutuyoruz”. Katılmamak mümkün değil, sistem bir acayip işliyor ve ajanslar birer değirmene dönüyor, ancak bireyler de o kadar şuursuz davranıyor ki. Daha 2 senelik bir arkadaşım gelip de bana “Seninle aynı sıkıntıları yaşıyorum” dedi mi, benim cinlerim, kanımı da yanlarına alıp tepeme çıkıyor arkadaşlar!...
Yeni reklamcı arkadaşlarım, okumuyor, bilmiyor, incelemiyor, araştırmıyor, sesini çıkartmıyor. Hepsi mi? Tabii ki değil, ancak inanın çoğu böyle. Yeni akımlar, yeni formlar bilinmiyor, gözlenmiyor.
Teknoloji diyoruz mesela. İnsan faktörü bu teknoloji bombardımanı altında hiç olmadığı kadar öne çıktı ve bu altta kalan, ezilen “insan” faktörünü yukarı çekmek için “interaktif” reklamcılık mantığı ortaya çıktı. Burada hâlâ yokuz, zira “interaktif” kelimesinden anladığımız internette oraya tıkla buraya tıkla’dan öteye geçemiyor.
Okumaz olduk, “Okumuş olmak için okumak” kavramı artık hepimizin içine yerleşti. Yani, “Bundan bir şey alabilir miyim acaba?” ile okunan kitapların sayısı, “Aman bu reklam kitabı, şimdi Haluk usta sorar falan okuyayım da okumuş olayım”ların gerisinde kalalı epey oluyor.
İnternet’i kullanmayı halen tam öğrenemedik. Öyle ki, yurt dışında gördüğünü kendi işi gibi sunanların cirit attığı bir ortamda, bilgi paylaşımı açısından ulaşabildiği her yeri tarayıp, orada gördüklerini kaynak vererek paylaşanlar yan sanayi iş yapmakla itham edildiler. Yanlış anlamalar boyu geçti, hoşgörü sınırları gevşetildi. Üç boyutlu dünyanın iki boyutlu diyalogları dostluklara, dayanışmaya ket vurmaya başladı. Voltaire ile aynı bakış açısına sahip olan, fikirler için size karşı, fikriniz için de sizinle yan yana dışarıya karşı savaşan adamların sayısı dibe vurdu.
Ortalık “haddim değil bu reklama bir şey söylemek” ya da “reklamcı bile değilim sadece olmaya çalışıyorum :)” cümlelerinden geçilmiyor. Herkeste bir yılana bin yıl ömür verme durumu var.
Her şey müşteriden biliniyor, müşterinin kafası almaz oluyor. Philedelphia filminde avukat rolünde izlediğimiz Danzel Washington savunmasına şu sözlerle başlar; “Lütfen bana 3 yaşında bir çocuğa anlatır gibi anlatın.”...
Müşterilerimiz “hasta”, biz de doktorlarız. Anlamamaları için kızmak ne kadar acayip bir durum. Anlamayacak zaten, anlayabilecek olsa bize gelmezdi. İşimiz onlara anlatmak. Ha, ama hastaların istediği şekilde yönetilen bir hastane de ne kadar doğru geliyor ise, işte şu anda pek çok ajanstaki durum da bundan ibaret.
WPP, Publicis, Omnicom vb... Bunlar kimdir, yeni kuşak reklam nereye gidiyor? Biz nasıl bir yol izlemeliyiz? Bunlar tartışılmıyor, herkes “rönesans” yapalım diyor ve birilerinden bunu bekliyor.
Sadede gelecek olursak, bu şartlar altında bir kurum ya da kişiden, reform ya da rönesans beklemek, yani kitleleri değiştirecek bir hareket beklemek bence imkansızı istemek. Yapılması gereken bireyi değiştirmek. Önce kendimizi değiştirelim arkadaşlar, kendimizi geliştirelim.Sabır ve inadımızı kırmadan, inadına doğrularımızı koruyalım, bunun için kendi savaşımızı verelim.
Unutmayalım ki, milyonlarca domino taşı tek bir dominonun devrilmesi ile harekete geçer. Sevgili Erçin’e ithafen; “Eğer biz değişebiliyorsak siz de değişebilirsiniz” demiştir Rocky Balboa Bey. Önce biz değişelim, gelişelim.
Yok eğer bir seferde böyle bir değişim isteniyorsa, o zaman tüm ajans kreatif direktörlerini toplayıp ciddi bir harekete karar almaktır tek çözüm. Ha ancak, beklentiler ve “gelecek” hakkındaki görüşler ortak mıdır o bir netleşmeli.
Ben Hansel olmaya razıyım, önceden bırakılan çakıl taşlarını toplayarak yolumu bulmaya ve arkamdan gelenlere o taşlarla beraber kendi taşlarımı bırakmaya.
Uzun oldu kusuruma bakmayın, bir “çizer” olarak bu satırları yazdım. Bu kadar yazar arasında bir hatam varsa affola...
Sevgiler,
OC.
Cuma, Nisan 07, 2006
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder